büyüklüğünde bir meclis-i meşveret bulundurulacak ve hadsiz zerreler, sinekler, yıldızlar o meclisin âzâları olacak. Ve hâkezâ, bunlar gibi hurafeli, safsatalı yüzer muhaller bulunacak, tâ ki her tarafta görünen ve müşahede olunan umumî ve ihatalı ulvî tezyin ve tathir ve tanzif vücut bulabilsin. Bu ise, bir muhal değil, belki yüz bin muhal ortaya girer.
Evet, eğer gündüzün ziyası ve zemindeki umum parlak şeylerde temessül eden hayalî güneşçikler güneşe verilmezse ve birtek güneşin cilve-i in'ikâsıdır denilmezse, o vakit zemin yüzünde parlayan bütün cam parçalarında ve su katrelerinde ve karın şişeciklerinde, belki havanın zerrelerinde birer hakikî güneş bulunmak lâzım gelir—tâ ki o umumî ziya vücut bulabilsin.
İşte hikmet dahi bir ziyadır. Rahmet-i muhita bir ziyadır. Tezyin, tevzin, tanzim, tanzif, muhit birer ziyadırlar ki, o Şems-i Ezelînin şualarıdırlar. İşte gel, bak, dalâlet ve küfür nasıl hiç çıkılmaz bataklığa girer. Ve dalâletteki cehalet, ne derece ahmakane olduğunu gör, "Elhamdü lillâhi alâ dîni'l-İslâm ve kemâli'l-îmân" de.
Evet, kâinat sarayını ter temiz tutan bu ulvî, umumî tanzif, elbette ism-i Kuddûsün cilvesi ve muktezasıdır. Evet, nasıl ki bütün mahlûkatın tesbihatları ism-i Kuddûsa bakar; öyle de, bütün nezafetlerini de Kuddûs ismi ister.Haşiye Nezafetin bu kudsî intisabındandır ki, اَلنَّظَافَةُ مِنَ اْلاِيمَانِ 1 hadisi, nezafeti imanın nurundan saymış ve اِنَّ اللهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ 2 âyeti dahi, tahareti muhabbet-i İlâhiyenin bir medarı göstermiş.
ba
Otuzuncu Lem'anın İkinci Nüktesi
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُۤ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ * 1
âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru olan Adl isminin bir cilvesi, Birinci Nükte gibi, Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa göründü. Onu yakınlaştırmak için yine temsil yoluyla deriz:
Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkanan bir şehir var. Ve o şehirde her vakit harp ve hicret