karşı hayret içinde bir marifet ile mukabele ederek سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ 1 dediler. "Senin tarif edicilerin, bütün masnuatındaki mu'cizelerindir."
Sonra, o Rahmân'ın, kendi rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 2 dediler.
Sonra, o Mün'im-i Hakikînin, tatlı nimetleriyle terahhum ve şefkatini göstermesine karşı, şükür ve hamd ile mukabele ettiler, dediler:
سُبْحَانَكَ وَبِحَمْدِكَ 3 "Senin hak şükrünü nasıl eda edebiliriz? Sen öyle şükre lâyık bir meşkûrsun ki, bütün kâinata serilmiş bütün ihsânâtın açık lisan-ı hâlleri,
şükür ve senânızı okuyorlar. Hem, âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilânâtıyla hamd ve medhinizi bildiriyorlar. Hem, rahmet ve nimetin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, Senin cûd ve keremine şehadet etmekle, Senin şükrünü enzâr-ı mahlûkat önünde ifa ederler."
Sonra, şu kâinatın yüzlerinde değişen mevcudat âyinelerinde cemâl ve celâl ve kemâl ve kibriyâsının izharına karşı Allahu ekber deyip, tazim içinde bir aczle rükûa gidip, mahviyet içinde bir muhabbet ve hayretle secde edip mukabele ettiler.
Sonra, o Ganiyy-i Mutlakın, servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine karşı, fakr ve hacetlerini izhar edip, dua edip, istemekle mukabele edip وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 1 dediler.
Sonra, o Sâni-i Zülcelâlin, kendi san'atının lâtiflerini, harikalarını, antikalarını sergilerle teşhirgâh-ı enamda neşrine karşı, Maşaallah2 deyip takdir ederek, "Ne güzel yapılmış" deyip istihsan ederek, Bârekallah deyip müşahede etmek, Âmennâ deyip şehadet etmek, "Geliniz, bakınız," hayran olarak Hayye ale'l-felâh deyip herkesi şahit tutmakla mukabele ettiler.
Hem o Sultan-ı Ezel ve Ebed, kâinatın aktârında kendi rububiyetinin saltanatını ilânına ve vahdâniyetinin izharına karşı, tevhid ve tasdik edip Semi'nâ ve eta'nâ3 diyerek itaat ve inkıyad ile mukabele ettiler.
Sonra, o Rabbü'l-Âlemînin ulûhiyetinin izharına karşı, zaaf içinde aczlerini,
ihtiyaç içinde fakrlarını ilândan ibaret olan ubûdiyet ile ve ubûdiyetin hülâsası olan namaz ile mukabele ettiler.
Daha bunlar gibi gûnâgûn ubûdiyet vazifeleriyle şu dar-ı dünya denilen mescid-i kebîrinde farîze-i ömürlerini ve vazife-i hayatlarını eda edip ahsen-i takvim suretini aldılar.1 Bütün mahlûkat üstünde bir mertebeye çıktılar ki, yümn-ü iman ile emn ü emanet2 ile mücehhez, emin bir halife-i arz3 oldular. Ve şu meydan-ı tecrübe ve şu destgâh-ı imtihandan sonra, onların