İşarat'ül İ'caz

İşaratul İcaz, 90. Sayfa

musibet ve mâsiyetlerin de merciidir. Vücut ise, velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır. Maahaza, kâfirin meskeni Cehennemdir ve ebedî olarak orada kalacaktır.
Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmişse de, amelinin cezasını çektikten sonra, ateşle bir nevi ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden azade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a'mâl-i hayriyelerine mükâfaten, şu merhamet-i İlâhiyeye mazhar olduklarına dair işârât-ı hadîsiye vardır.
Maahaza, cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif, veyahut icrâ-yı adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtrî olan şe'nidir.
Evet, dünyada, çok namus sahipleri, cinayetlerinin hicabından kurtulmak için, kendilerine cezanın tatbikini istemişlerdir; ve isteyenler de vardır.
﴾ وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ ﴿ 1
Bu âyetin makabliyle veçh-i nazmı:
Nasıl ki, bir hükümde iki müfredin iştiraki veya bir maksatta iki cümlenin ittihadı atfı icap ettirir. Kezâlik, bir hedefi, bir garazı takip eden iki kıssanın da atıfları belâgatin iktizasındandır. Binaenaleyh, on iki âyetin hülâsasını tazammun eden münafıkların kıssası, kâfirler hakkında geçen iki âyetin meâline atfedilmiştir.
Evet vakta ki, en evvel Kur'ân'ın senâsıyla başlandı. Sonra mü'minlerin medhine intikal etti. Sonra kâfirlerin zemmine incirar etti. Sonra, insanların kısımlarını ikmal etmek için, münafıkların kıssası zikredildi.
S - Kâfirlerin zemmi hakkında yalnız iki âyetle iktifa edilmiştir. On iki âyetin hülâsasıyla münafıklar hakkında yapılan itnab neye binaendir?
C - Münafıklar hakkında itnabı, yani tatvili icap ettiren birkaç nükte vardır:
Birincisi: Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa, fesadı daha şedit olur. Dahilî olursa, zararı daha azîm olur. Çünkü; dahili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Haricî düşman ise, bilâkis, asabiyeti şiddetlendirir, salâbeti arttırır. Nifakın cinayeti, İslâm üzerine pek büyüktür. Âlem-i İslâmı zelzeleye maruz bırakan nifaktır. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı Azîmüşşan, ehl-i nifaka fazlaca teşniat ve takbihatta bulunmuştur.
İkincisi: Münafık olan, mü'minlerle ihtilât ede ede, yavaş yavaş ünsiyet kesb eder, imanla ülfet peyda eder. Gerek Kur'ân'dan, gerek mü'minlerden nifakın kötülüğü hakkındaki sözleri işite işite pis hâletten nefret eder. En nihayet, lisanından kelime-i tevhidin kalbine damlamasına zemin hazırlamak için itnab yapılmıştır.
Üçüncüsü: İstihza, hud'a, ikiyüzlülük, hile, kizb, riya gibi kötü ahlâklar münafıkta var. Kâfirde o derecede yoktur. Bu cihetten münafıklar hakkında itnab yapılmıştır.
Dördüncüsü: Alelekser münafıklar, ehl-i kitaptan oldukları için, şeytanî bir zekâ sahipleri olup, daha hilekâr, daha desiseci olurlar. İşte bu durumdaki münafıklar hakkında itnab, yani tatvîl-i kelâm, ayn-ı belâgattır.
Bu âyetin kelimeleri arasındaki münasebetlere gelelim:
1 مِنَ النَّاسِ ﴿ car ve mecrûru, مَنْ kelimesine haber olduğu takdirde, şöyle bir sual varid olur ki: Münafıkların nâstan oldukları bedihîdir. Bu hüküm, mâlûmu ilâm etmekten ibaret kalır.
Elcevap: Malûmdur ki, bir hüküm bedihî olduğu zaman, o hükmün lâzımı kastedilir. Burada kastedilen, o hükmün lâzımı olan taaccüptür. Sanki Kur'ân-ı Azîmüşşan, zımnen "Münafıkların nâstan oldukları acip birşeydir" diyerek, halkı taaccüp etmeye dâvet etmiştir. Zira insan mükerremdir. Mükerrem olan insan, nifaka tenezzül etmez.
S - Madem ki مِنَ النَّاسِ haberdir, niçin مَنْ üzerine takaddüm etmiştir?
C - Madem ki o hükümden taaccüp kastedilmiştir; taaccüb-ü inşaînin şe'ni, kelâmın evvelinde bulunmaktır.
Sonra nâs tabirinden birkaç letâif çıkıyor.
Birincisi: Kur'ân'ın, münafıkların şahıslarını tayin etmeyerek umumî bir sıfatla onlara işaret etmesi, Resul-ü Ekremin (a.s.m.) siyasetine daha münasiptir. Zira münafıkların şahıslarının tayiniyle kabahatleri yüzlerine vurulsaydı, mü'minler nefsin desisesiyle vesveseye düşerlerdi. Halbuki vesvese havfe, havf riyaya, riya nifaka müncer olur.
Ve keza, eğer Kur'ân onları tayinle takbih etseydi, "Resul-ü Ekrem (a.s.m.) mütereddittir, etbâına emniyeti yoktur" denilecekti.
Ve keza, bazan kötülük ifşa edilmezse tedricen zail olması ihtimali vardır. Fakat teşhir edildiği takdirde, kötülüğü yapan kimsenin hiddetini tahrik eder, fenalığı daha fazla yapmasına bâis olur.
Ve keza, nâs gibi umûmî bir sıfatın nifaka münafi olması, hususî sıfatların daha ziyade münafi olmasına delâlet eder. Zira, insan mükerremdir. Bu gibi rezaleti işlemek insaniyetin şânından değildir.
Ve keza, nâs tabiri, nifakın bir taife veya bir tabakaya mahsus olmayıp, hangi taife olursa olsun, insan nev'inde bulunmasıdır.
Ve keza, nâs tabiri, nifak bütün insanların haysiyet ve şereflerini ihlâl eden bir rezalet olduğundan, enzâr-ı âmmeyi nifakın aleyhine çevirtmekle izale ve adem-i intişarına çalışmaları lüzumuna işarettir.
S – يَقُولُ 1 ile اٰمَنَّا 2 nın mercileri bir iken, birisinin müfred, diğerinin cem' sîgasıyla zikirlerinde ne hikmet vardır?
C - Zarif bir letâfete işarettir ki, imanın mevsufu cem' ise de telaffuz eden müfreddir.
3 يَقُولُ اٰمَنَّا ﴿ cümlesi, onların iman dâvâlarını hikâyedir. Bu cümlede dâvâlarının
reddine iki cihetle işaret edildiği gibi, dâvâlarının takviyesine de iki vecihle ima edilmiştir. Şöyle ki:
يَقُولُ 1 kelimesi, madde cihetiyle onların iman dâvâsının ayn-ı itikad olmayıp ancak kuru bir sözden ibaret olduğuna işarettir. Kezâlik, muzari sîgasıyla zikrinde, onları aleddevam yaptıkları müdafaaya sevk eden, vicdanî bir sebep değildir, ancak halka karşı bir riyakârlık olduğuna işarettir.
Dâvâlarının takviyesine yapılan işaretler ise, اٰمَنَّا 2 fiil-i mazînin hey'etinden "Biz ehl-i kitap cemaatleri, eskiden beri mü'miniz. Şimdi imandan geri kalmamıza imkân yoktur" gibi takviye edici bir delil tereşşuh ettiği gibi, cem'e râci olan نَا zamirinden de "Bizler bir fert gibi değiliz, ancak muhteşem bir cemaatiz. Yalana tenezzül etmeyiz" gibi ikinci bir takviye daha çıkıyor.
﴾ بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ 3 ﴿ Kur'ân-ı Kerim, hikâye ettiği şeyleri ya aynıyla alır veya meâlinin ahzıyla veyahut ibaresinin telhisiyle bir tasarruf yapar. Birinci ihtimale göre, onların erkân-ı imaniyeden yalnız bu iki rüknü izhar etmeleri, rükünlerin en mühimlerini izhar etmekle sadakatlerini göstermeye işarettir. Ve aynı zamanda, onlardan en ziyade kabule şayan, zûumlarınca bu iki rükündür. İkinci ihtimale nazaran, Cenâb-ı Hakkın, imanın rükünleri içinde kutup sayılan bu iki rüknü tahsis etmesi, onların kuvvetle iddia ettikleri iman, dine iman olmadığına işarettir. Çünkü bu iki rüknün de muktezasına amel ve itikad etmemişlerdir. ب 'nin tekrarı, her iki rükne olan imanın bir cihetten olmadığına işarettir. Çünkü, Allah'a iman, Allah'ın vücud ve vahdetine imandır. Yevm-i âhirete iman ise, o günün hak olduğuna ve muhakkak geleceğine imandır.
﴾ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ 1 ﴿ : S – اٰمَنَّا 2 'ya müşabih olan وَمَا اٰمَنُوا 3 'ya tercihen وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ olarak cümle-i ismiye ile denilmesinde ne hikmet var?
C - Birincisi: Her iki اٰمَنَّا arasında görülen zâhirî tenakuzdan içtinap etmek içindir.
İkincisi: اٰمَنَّا ihbar değildir, inşadır. İnşa, nefiy ile tekzip edilemediğinden وَمَا اٰمَنُوا denilmemiştir.
Üçüncüsü: اٰمَنَّا cümlesinden zımnen istifade edilen نَحْنُ مُؤْمِنُونَ 4 cümlesine nefiy ve tekzibi ircâ için وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ denilmiştir.
Dördüncüsü: Onların adem-i imanlarının devamına delâlet etmek için cümle-i ismiye ihtiyar edilmiştir.
S - Nefyi ifade eden مَا cümlenin evvelinde bulunduğu halde, cümleden istifade edilen devamı nefyetmeye delâlet etmediğinden hikmet nedir?
C - Nefiy, kesif bir harfin medlûlüdür. Devam ise, cümle-i ismiyenin heyet-i hafifesinden istifade edilen bir mânâdır. Binaenaleyh, kesif kesife, yani nefiy, imâna daha karibdir.
S – وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ 'deki haber üzerine harf-i cer olan ب 'nin duhulü neye işarettir?
C - Onların zahiren imanları varsa da, hakikatte imana ehil ve lâyık insanlar olup, mü'minîn sınıfından addedilmediklerine delâlet için مَا 'nın haberi üzerine ب dahil olmuştur.
﴾ يُخَادِعُونَ اللهَ وَالَّذِينَ اٰمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ اِلاَّۤ اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ * فِى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ 1 ﴿
Bu âyet, bütün cümleleriyle nifaka hücum ederek, münafıkları tevbih, takbih, tehdit, tâyib etmekle, evvelce اٰمَنَّا 2 dedikleri kavli, ne maksada ve ne illete binaen söylediklerini ve nifakın en birinci cinayeti olan hud'a ve hilelerini beyan etmektedir.3
Evvelen, nifakın birinci cinayeti olan hud'aya ait يُخَادِعُونَ 4 'den يَكْذِبُونَ 5 'ye kadar yedi cümleye terettüp eden müteselsil neticeleri nazara almak lâzımdır
Birincisi: Allah'ı kandırmak gibi muhal bir şeyin talebinde bulundukları için tahmik edilmişlerdir.
İkincisi: Menfaat niyetiyle kendilerine zarar dokundurdukları için tesfih edilmiştir.
Üçüncüsü: Menfaati mazarattan tefrik edemedikleri için techil edilmişlerdir.
Dördüncüsü: Tıynetleri pis, sıhhatlerinin madeni hasta, hayat menbaları ölmüş, vesaire gibi rezaletleriyle terzil edilmişlerdir.
Beşincisi: Şifanın talebiyle marazlarını ziyade ettikleri için tezlil edilmişlerdir.
Altıncısı: Elemden maada birşeyi intaç etmeyen kavî bir azapla tehdit edilmişlerdir.
Yedincisi: İnsanlarca alâmetlerin en çirkini olan kizb ile teşhir edilmişlerdir.
Sonra bu yedi cümlenin arasındaki intizam ve irtibatın, şöyle bir tasvirle dinlenmesi lâzımdır:
Bir şahıs bir şahsı, nasîhatle fena bir şeyden men etmek üzere şöyle tevcih-i kelâmda bulunur: "Ey kişi! Aklın varsa şu yapmak istediğin şey muhaldir, hem nefsine zarardır. Hem iyiyi kötüyü tefrik edecek bir hissin yok mudur? Anlaşılan, hakikatı hurafe, tatlıyı acı gösteren seciyende bir hastalık vardır. Şüphesiz o hastalıktan kurtulup şifayab olmak istiyorsun. Fakat senin bu halin, o hastalığı izale değil, tezyid ediyor. Eğer bu halinle bir lezzet, bir zevk istersen, en şedit bir elemi intaç eden bir azap eline geçer. En nihayet sarhoşluktan ayrılıp, kötü halinden vazgeçmediğin takdirde, fesadın başkalara geçmemek üzere hortumun üzerine, bir damganın vurulmasıyla seni teşhir ve ilân etmek lâzımdır."
Kezalik, Cenâb-ı Hak, münafıkları nifaktan zecr ve men için kötü hallerini şöylece nakletmekle yüzlerine vuruyor:
﴾ يُخَادِعُونَ اللهَ ﴿: Yani, hile ile Allah'ı kandırmak istiyorlar. Zira Resul-ü Ekrem (a.s.m.) Allah'ın elçisidir. Ona yapılan hile Allah'a racidir. Allah'a yapılan hile ise muhaldir. Muhali talep etmek hamakattir. Böyle hayvancasına hamakat, taaccübü muciptir.
﴾ وَمَا يَخْدَعُونَ اِلاَّۤ اَنْفُسَهُمْ ﴿ : Yani, onlar ancak nefislerine hile yapıyorlar; zira fiillerinde nef' değil, zarar vardır. Bu zarar da nefislerine racidir. Nefislerine zarar veren, ancak süfeha kısmıdır.
﴾ وَمَا يَشْعُرُونَ ﴿: Yani, nef' ve zararı tefrik edecek bir hisse malik değillerdir. Bu ise cehaletin en edna ve en aşağı bir derekesine düştüklerine işarettir.
﴾ فِى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ ﴿: Yani, nifak ve hasetten kalblerinde, ruhlarında öyle bir maraz vardır ki, o maraz, hakkı bâtıl, hakikati hurafe telâkki etmeye sebeptir. Zaten fasit bir kalbden, bozuk bir ruhdan böyle rezaletlerin çıkması bedihîdir.
﴾ فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا ﴿ : Yani, eğer onlar yaptıkları fenalıkla gayz ve hasetlerini izale için bir deva, bir ilâç talebinde iseler, o zannettikleri ilâç, kalblerini, ruhlarını bozan bir zehirdir. Zehirle kendi tedavisine çalışan, elbette zelildir. Evet, kırık ve yaralı bir el ile intikamını almak isteyen, yarasının artmasına hizmet eden bir miskindir.
﴾ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ ﴿ : Yani, eğer onlar bir zevk, bir lezzet talebinde iseler, şu nifaklarında pek çok maâsî olduğu gibi, muvakkat bir lezzet bile yoktur. O nifak, ancak dünyada şedit bir elemi, âhirette de en şedit bir azabı intaç edecek bir dalâlettir.
﴾ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ ﴿ : Yani, yaptıkları kizbden pişman olup, nedamet etmedikleri takdirde, beynennas yalancılıkla teşhir ve bir alâmetle tevsimleri lâzımdır ki, başkalar onlara itimad edip marazlarına maruz kalmasınlar.
Mezkûr cümlelerin eczaları arasında bulunan irtibat ve intizamın beyanına gelelim:
Münafıkların yaptıkları hileden takip edilen gayenin muhal olduğuna ve o muhaliyeti göz önüne getirip çirkin bir şekilde gösterilmesine tasrih edilmek üzere يُخَادِعُونَ اللهَ وَالَّذِينَ اٰمَنُوا 1 cümlesinde münafıkların amelinden (müşareket babından) muzari sîgasıyla hud'a ünvanıyla tabir edilmiştir.
Ve keza, makamın iktizahilâfına اَلنَّبِىُّ 2 'ye bedel اللهَ ve اَلْمُؤْمِنُونَ 3 'ye bedel وَالَّذِينَ اٰمَنُوا 4 zikredilmiştir. Çünkü يُخَادِعُونَ 5 'nin maddesinden nefret çıkar. Sîgasından devam ve istimrar çıkar. Babından müşareket çıkar. Müşareket
ise müşakeleti, yani mukabele-i bilmisli icap eder. Müşakelet ise onların seyyielerine karşı seyyie ile mukabele edileceğini istilzam eder. Demek onların devam ile yaptıkları şu kötü fiil, nefisleri titreten bir nefreti intaç ettiği gibi, takip ettikleri garazın da akim kaldığına delâlet eder.
اَللهُ kelimesinin tasrihinden de garazlarının muhal olduğuna delâlet vardır. Çünkü Resul-ü Ekreme (a.s.m.) yapılan hud'a Allah'a racidir. Allah ile pençeleşmek isteyen düşer.
﴾ اَلَّذِينَ :﴿ وَالَّذِينَ اٰمَنُوا 1 'nin

SORU & CEVAP
İsminiz Sorunuz