dıklarını itiraf etmişlerdir. Bunun için, Bediüzzaman'ın eserlerindeki hususiyet ve incelikleri Risale-i Nur'la fazla iştigal etmemiş olanlar, birden intikal edemezler.
Büyük şairimiz, edebiyatımızın medâr-ı iftiharı merhum Mehmed Akif, bir üdebâ meclisinde: "Victor Hugo'lar, Shakespeare'ler, Descartes'lar, edebiyatta ve felsefede, Bediüzzaman'ın bir talebesi olabilirler" demiştir.
Edip ve şâirler, zevâl ve firaktan ağlamışlar, ölümden vaveylâ etmişlerdir. Güz mevsimini hüzünle tasvir etmişlerdir. Hattâ, dünyaca meşhur Arap edipleri "Eğer firak olmasa idi, ölüm ruhlarımızı almak için yol bulup gelemezdi" mânâsında لَوْلاَ مُفَارَقَةُ اْلاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمُنَايَا اِلٰى َرْوَاحِنَا سُبُلاً demişlerdir.
Bediüzzaman ise, "Kâinattaki zevâl, firak ve adem zâhiridir. Hakikatta firak
yok, visâl var. Zevâl ve adem yok, teceddüd var. Ve kâinatta herşey, bir nevi bekâya mazhardır. Ölüm, bu âlem-i fâniden âlem-i bâkiye gitmektir. Ölüm, ehl-i hidâyet ve ehl-i Kur'ân için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakikî vatanlarına girmeye vâsıtadır. Hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinâna bir dâvettir. Hem, Rahmân-ı Rahîmin fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubûdiyet ve imtihanın tâlim ve tâlimâtından bir paydostur. Azrail aleyhisselâm bugün gelse, hoş geldin, safâ geldin diye gülerek karşılayacağım" diyor.
Bediüzzaman, beşeri, Risale-i Nur'la sefâhet ve dalâletten kurtarırken, korku ve dehşet vermek tarzını tâkip etmiyor. Gayr-i meşru bir lezzetin içinde, yüz elemi gösterip hissi mağlûp ediyor. Kalb ve ruhu hissiyata mağlûp olmaktan muhafaza ediyor. Risale-i Nur'da muvazenelerle küfür ve dalâlette, bir zakkum-u Cehennem tohumu olduğunu ve dünyada dahi Cehennem azapları çektirdiğini ve imân ve İslâmiyet ve ibadette, bir Cennet çekirdeği ve leziz lezzetler ve zevkler ve Cennet meyveleri bulunduğunu, dünyada dahi bir nevi mükâfata nâil eylediğini ispat ediyor.
Risale-i Nur, nifak ve şikakı, tefrikayı, fitne ve fesadı kaldırıp; kardeşliği, uhuvvet-i diniyeyi, tesânüd ve teâvünü yerleştirir. Risale-i Nur mesleğinin bir esası da budur. Risale-i Nur, gurur ve kibir ve hodfuruşluk ve zillet gibi, ahlâk-ı seyyieden kurtararak, tevâzu ve mahviyet ve izzet ve vakar gibi güzel ahlâklara sahip kılar.
Risale-i Nur, insan olan bir insana, acz ve fakrını derk ettirir. Bediüzzaman der ki: "İnsan, acz ve fakrını anlamakla, tam Müslüman ve abd olur."
Bu dinsizleri mağlup etmek için, yeni tahsili de yapalım diyenler veya yapanlar, Nur Risalelerini devam ve sebatla mütalâa ederek, bu hedeflerine vâsıl olurlar ve çâre-i yegâne de budur. Hem böylelikle, mektep mâlûmatları da maârif-i İlâhiyeye inkılap eder.
Ey, bin seneden beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapan bir milletin torunları olan cengâver ruhlu kardeşlerim! Bu zamanın ve gelecek asırların Müslümanları ve bizler, Kur'ân-ı Azimüşşânın tefsiri olan öyle bir rehbere muhtacız ki, tahkikî imân dersleriyle, imân mertebelerinde terakki ve teâli ettirsin. Hem korkak değil, bilâkis Risale-i Nur talebeleri gibi cesur ve kahraman ve faal ve amel-i salih sahibi, mütedeyyin, müttaki ve bununla beraber, şahsî rahatlık ve menfaatlarını imân ve İslâmiyetin kurtuluşu uğrunda fedâ eden, fedâi ve mücahid Müslümanlar yetiştirsin, neme lâzımcılıktan kurtarsın. Hem, taarruz ve işkenceler ve ölüm ihtimalleri karşısında, tahkikî imân kuvvetinden gelen bir cesaretle, Kur'ân ve İslâmiyet cephesinden asla çekilmeyen, "Ölürsem şehidim, kalırsam Kur'ân'ın hizmetkârıyım" diyen ve yılgınlık haline düşmeyen sâdık ve ihlâslı, yalnız Allah rızası için hizmet eden, Nur talebeleri gibi İslâmiyet hâdimleri yetiştirsin, böyle muazzez Müslümanlar meydana getirsin.
Evet, bu asra öyle bir Kur'ân tefsiri lâzım ve elzemdir ki, Risale-i Nur gibi, akıl, fikir ve mantıkı çalıştırsın, ruh ve kalb ve vicdanı tenvir etsin. Müslümanları, beşeri uyandırsın, intibah versin, gafletten kurtarsın. Sırât-ı müstakim olan Kur'ân yolunu göstersin. Sünnet-i seniyeye ve İslâmiyetin şeâirine muhalif olarak yaptırılan ve yapılan şeyleri fark ettirip, sünnet-i Peygamberîye (aleyhissalâtü vesselâm) ittibaı ders versin ve ihya etmek cehdini uyandırsın.
İşte Risale-i Nur'un böyle hâsiyetleri hâvi bir Kur'ân tefsiri olduğu, otuz seneden beri meydandadır ve ehl-i hakikatın tasdikiyle sabittir. Hem, amansız din düşmanlarının plânlarıyla mahkemelere sürüklenen Risale-i Nur talebelerinin müdafaaları ve bu talebelerin İslâmiyete hizmetleri esnasında, gizli İslâmiyet
düşmanı, insafsız, cebbar zâlimlerin entrikalariyle maruz kaldıkları işkencelerden yılmamak, şahıslarını düşünmeden, yani, şahsî refahlarını İslâmın refah ve saadeti için fedâ ederek, sıddıkıyetle sebat etmeleri ve eşedd-i zulme mukavemet etmeleri, âşikâr bir delil teşkil etmektedir.
Evet, hem yirmi beş seneden beri Risale-i Nur'la imân hizmetine, bütün varlığını vakfeden ve şimdiye kadar "gaddar din düşmanlarının" çok defalar tecâvüz ve taarruzuna ve taharriyata mâruz kaldığı halde, yirmi beş senedir inziva içinde, Risale-i Nur'un nâşirliğini yapan Nur kahramanları ağabeylerimiz, bizlere birer nümune-i imtisal olan, imân ve İslâmiyet fedâileridir.
İşte biz Müslümanlar, böyle bir tefsir-i Kur'ân arıyor, böyle bir hâdiyi bekliyorduk. O ihlâslı Nur talebeleri ki, "Cenâb-ı Hak, Hafîzdir, ben onun inâyeti ve himâyeti altındayım, başıma ne gelse hayırdır" diye imân etmekle beraber amel ederler. İmân hizmetini yaparlar. Din düşmanlarına yakalanmamak ve canlarından kıymetli olduğuna inandıkları Nur risalelerini, onlara kaptırmamak için de ihtiyat ederler. Şahıslarına gelecek zararları nazar-ı itibara almadan hizmetlerine devam ederler. Hapse, zindana atılıp, işkence yapıldığı zaman da, onlar yine, üstadları Bediüzzaman ile alâkadardırlar. Eğer gizlice bir imkân bulurlarsa, onlar yine Risale-i Nur ile meşguldürler. Hattâ, "Belki hapse atılırım, Nur risalelerimi vermezler, çalışmaktan mahrum kalırım" diye bazı Nur'ları ezberleyen talebeler de olmuştur.
Muhlis bir Nur talebesi, hapishaneden çıkarıldığı vakit, gûya o kırbaçlı, falakalı, türlü türlü işkenceli hapishane, ona bir kuvvet, bir enerji kaynağı olmuş, sadâkat ve teyakkuzla Nur hizmetinde koşturmak için bir kırbaç tesiri yapmış gibi Üstadına daha ziyade yakınlaşır ve eskisinden daha fazla Nur'lara çalışır, neşriyat yapar.
Afyon hadisesinde, Bediüzzaman hapiste iken, muallim bir Nur talebesi, savcılıkta Risale-i Nur ve Üstadı hakkında kahramanca cevaplar verdiği için savcı kızmış, "Şimdi seni hapse atarım" diye tehdit etmiş. O İslâm fedâisi muallim de cevaben "Ben hazırım, derhal hapse gönderin" demiştir.
Yine Afyon mahkemesinde, bir Nur talebesi hakkında tevkif kararı veriliyor, fakat adliye bulamaz. O talebe bundan haberdar olur. Diğer Nur kardeşleri gibi,
"Üstadım ve kardeşlerim hapiste iken, nasıl hariçte kalabilirim" diyerek savcılığa teslim olup, hapse girer.
Aynı, bu hapishanede, bir Nur talebesini sehven tahliye ederler, o da "Üstadım ve kardeşlerim henüz hapistedirler. Hem istinsahını tamamlayacağım yeni telif edilen Nur risaleleri var" diye düşünerek, hapishane müdürüne, "Benim, kırk gün sonra tahliye edilmem lâzım. Ceza müddetim daha bitmedi" der. Hesap ederler ki, hakikaten böyledir, tekrar hapse koyarlar.
Hamiyet-i diniye meziyetine lâyık anlayışlı kardeşlerim,
Said Nursî, kendi hakkında verilen böyle bir mâlûmatı görürse, diyeceklerdir ki, "Niçin böyle yapıyorlar? Şahsımın ehemmiyeti yok. Kıymet, Kur'ân'dan tereşşuh eden ve Kur'ân-ı Hakîmin malı olan Risale-i Nur'dadır. Ben bir hiçim."
Üstadın şahsının mazhar ve âyine olduğu, Kur'ânî hakikatlar ve Nur'lar itibariyle ve neşrettiği imân ve İslâmiyet dersleriyle, ihlâs-ı tâmmı ile, umumî ve küllî bir tarzda Kur'ân'a ve dine hizmet etmesiyle, onun hakkındaki takdir ve tahsinler, mânâ-yı harfî ile şahsına ait kalmıyor. Kur'ân ve İslâmiyete râcidir. Allah nam ve hesabınadır. Din düşmanları tarafından, ona yapılan düşmanlık ve taarruzlar da, Bediüzzaman'ın hâdimliğini yaptığı Kur'ân ve İslâmiyetin ortadan kaldırılması maksad-ı mahsusuna mâtuftur. Zira hakaik-i Kur'âniye ve imâniyeyi câmi', o cihanşümûl Risale-i Nur eserleri ona ihsan edilmiştir.