vakit, "Acaba ibadete olan bu emrin Allah'ın emri olup olmadığını nasıl anlayacağız ki imtisal edelim?" diye bir sual sâmiin hatırına geldi. Bu suale cevaben denildi ki: "Eğer Kur'ân'ın ve dolayısıyla bu emrin Allah'ın emri olduğunda şüpheniz varsa, kendinizi tecrübe ediniz ve şüphenizi izale ediniz."
Ve eyzan, vaktâ ki Kur'ân, sûrenin evvelinde لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ 2 cümlesiyle kendisini senâ etti, sonra mü'minlerin medhine, sonra kâfir ve münafıkların zemmine intikal etti, sonra ibadet ve tevhidi emrettikten sonra sûrenin başına dönerek لاَ رَيْبَ فِيهِ 3 cümlesini tekîden وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ 4 ilâ âhir, cümlesini zikretti. Yani; "Kur'ân, şek ve şüphelere mahal değildir. Sizin şüpheleriniz, ancak kalblerinizin hastalığından ve tabiatınızın sekametinden neş'et ediyor." Evet, gözleri hasta olan, güneşin ziyasını inkâr eder; ağzı acı olan, tatlı suya acı der.
﴾ فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ 5 ﴿ Yani: "Kur'ân'ın mislinden bir sûre getiriniz."
Arkadaş! Bu cümleyi وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ 6 cümlesiyle bağlayan اِنْ edat-ı şarttır. Şart edatları, daima—hararetle ateş gibi—biri sebep, diğeri müsebbep iki
cümleye dahil olurlar. İlm-i nahivce, birisine fi'lü'ş-şart, ikincisine cezaü'ş-şart denir. Bu iki cümle arasında, hararetle ateş arasında olduğu gibi "lüzum" lâzımdır. Halbuki bu iki cümle arasında lüzum görünmüyor. Binaenaleyh, âyetin ihtisarı dolayısıyla, ortadan kaldırılan cümlelere müracaat lâzımdır. Mukadder cümleler ise, تَشَبَّثُوا وَجَبَ التَّشَبُّثُ تَعَلَّمُوا وَجَرِّبُوا 1 emirleridir. Bunlar, sırayla,