Meydan-ı müdafaanız kuyu dibidir. Sair meydan ve uzun mesafe ise, şu mübarek cemaatin meydanıdır. Kuyu dibinden başka, o zâtı nerede gösterseler, dâvâyı kazanırlar."
İşte, şu temsil gibi, Münazara-i Şeytanî mebhası, Arştan ferşe kadar olan uzun mesafeyi hizbüşşeytanın elinden alıyor ve hizbüşşeytanı mecbur ediyor, sıkıştırıyor. En gayr-ı makul, en muhal, en menfur mevkii onlara bırakıyor. En dar ve kimse giremeyecek bir deliğe onları sokuyor, bütün mesafeyi Kur'ân namına zaptediyor.
Eğer onlara denilse, "Kur'ân nasıldır?" Derler: "Güzel ve ahlâk dersini veren bir insan kitabıdır." O vakit onlara denilir: "Öyle ise Allah'ın kelâmıdır ve böyle kabul etmeye mecbursunuz. Çünkü siz mesleğinizce güzel diyemeyeceksiniz."
Hem eğer onlara denilse, "Peygamberi nasıl bilirsiniz?" Derler: "Güzel ahlâklı, çok akıllı bir adam." O vakit onlara denilecek: "Öyle ise imana geliniz. Çünkü güzel ahlâklı, akıllı olsa, alâküllihal Resulullahtır. Çünkü sizin bu 'güzel' sözünüz, hududunuz dahilinde değil; mesleğinizce böyle diyemezsiniz."
Ve hâkezâ, temsildeki sair işaretlere, hakikatin sair cihetleri tatbik edilebilir.
İşte bu sırra binaen, o Şeytanla münazara edilen Birinci Mebhas, ehl-i imanın imanını muhafaza etmek için mu'cizât-ı Ahmediyeyi bilmeye ve kat'î burhanlarını öğrenmeye muhtaç etmiyor. Ednâ bir emâre, küçük bir delil, onların imanlarını kurtarıyor. Kuyu dibindeki esfel-i sâfilînde olmadığına, herbir hal-i Ahmediye (a.s.m.), herbir haslet-i Muhammediye (a.s.m.), herbir tavr-ı Nebevî (a.s.m.), birer mu'cize hükmüne geçer, âlâ-yı illiyyînde bir makamı bulunduğunu ispat eder.
YEDİNCİ MESELE
Medar-ı ibret bir mesele:
Vehme maruz, fütura düşen bazı dostlarıma kuvve-i mâneviyeyi teyid edecek
yedi emârenin delâletiyle, sırf hizmet-i Kur'ân'a ait bir ikram-ı Rabbânîyi ve bir himayet-i İlâhiyeyi beyan etmeye mecburum ki, o zayıf damarlı bir kısım dostlarımı kurtarayım.
O yedi emârenin dördü, dost iken, sırf birer maksad-ı dünyevî için, şahsıma değil, Kur'ân'a hâdimliğim cihetinde düşman vaziyeti almalarıyla, o maksatlarının aksiyle tokat yediler. O yedi emârenin üçü ise, ciddî dost idiler ve daima da dostturlar. Fakat dostluğun iktiza ettiği merdâne vaziyeti muvakkaten göstermediler, tâ ki ehl-i dünyanın teveccühünü kazanıp birer maksad-ı dünyevî kazansınlar ve başlarından emin olsunlar. Halbuki, o üç dostum, maatteessüf, o maksatlarının aksiyle birer itab gördüler.
Evvelki dört zâhirî dost, sonra düşman vaziyeti gösterenlerin,